Hulusi Behçet, 1901 yılında Beşiktaş Rüştiyesi'nden mezun oldu. Askeri Tıbbiyeye girdi. 1911 yılında Gülhane Uygulama Okulunda dermatoloji asistanı oldu. Üç yıl sonra çıkan Dünya Savaşı nedeniyle Kırklareli ve Edirne hastanelerinde görev yaptı.
Edirne’de çalıştığı sıralarda Halep cephesinden gelen askerler arasında “şark çıbanı” üzerinde araştırmalar yapmaktaydı. İşte bu dönemde ilk önemli buluşunu yaptı ve “çivi bulgusu”nu belirledi.
Eğitimini arttırmak üzere 1917 yılında Avrupa’ya gitti. Budapeşte ve Berlin’de çalıştı. Üniversite reformunun olduğu 1933 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Deri Hastalıkları ve Frengi Kliniğinde profesörlüğe ve kürsü başkanlığına atandı. Böylece profesörlüğe yükseltilen ilk Türk unvanını da almış oldu. 1939 yılında ise ordinaryüs profesör oldu.
1934’de soyadı kanunu çıktı. Bu sırada Atatürk, kendisine bir mektup yazdı. Mektubunda ulu önder, Behçet sözcüğünün “çok parlak, güzel” anlamına gelen Türkçe bir sözcük olduğunu yazıyordu. Böylece, Hulusi Bey, Behçet soyadını aldı.
1924 yılında bir hasta ile karşılaştı. Cinsel organı çevresinde ülserleri, ağız içinde aftları ve gözünde iridosikliti vardı. Daha önce gittiği hekimler kendisine frengi ya da verem tanıları koymuşlardı. Hulusi Behçet bir tür virüsün bu bulgulara neden olmuş olabileceğini düşündü. Altı yıl sonra, bu kez bir kadın hastada aynı belirtileri gördü. 1936 yılında, ağzında derin yaralar olan bir hasta diş hekimliğinden kendisine sevk edildi. 1938 yılında Prof. Niyazi İsmet Gözcü, göz çevresinde yaraları olan bir hastayı Hulusi Behçet’e gönderdi. Aynı fakültede iç hastalıkları profesörü olan Erich Franc da kendisine benzer bulguları olan bir hasta gönderdi. Hulusi Behçet artık, daha önce hiç tanımlanmamış bir sendrom ile karşı karşıya olduğundan emindi.
Bu yeni durumla ilgili sabahlara kadar uzayan çalışmalara girişti. Bu çalışmalar sırasında kolit ve koroner spazm geçirdi. Ama çalışmalarına devam etti. Bulgularını yazdı, yurt dışındaki bilimsel toplantılarda yayınladı. Sonunda amacına ulaştı. 13 Eylül 1947 günü Cenevre’de toplanan Uluslararası Deri Hastalıkları Kongresine bir bildiri sundu. Ağız ve üreme organları çevresinde yaralara ve gözde iltihaplara neden olan bu sendromun şimdiye kadar tanımlanmamış yeni bir sendrom olduğunu açıkladı. Zürih Tıp Fakültesi profesörlerinden Miescher’in önerisi ile Kongre bu hastalığa “Behçet Hastalığı” denilmesini kabul etti. Bazıları buna, “trisymptom Behçet” ya da “morbus Behçet” dediler. Bu tarihten iki yıl sonra Adamantiadis adında bir Yunanlı hekim aynı sendromu tanımladığını açıkladıysa da, elbette uluslararası bilim dünyasında ancak, gülümseme ile karşılandı.
Hulusi Behçet bu başarısından kısa bir süre sonra 8 Mart 1948 tarihinde, en verimli çağında kalp krizinden yaşama veda etti.
Ölümünden sonra Japonya’dan ABD’ye kadar birçok ülkede adını taşıyan dernekler kuruldu, kliniklere onun adı verildi. Ölümünün yirmi dördüncü yılı olan 1972 yılında “Cumhuriyet Dönemi Tıp Ödülü” ona verildi. TÜBİTAK onun adını yaşatmak için 1975 yılında Hulusi Behçet Ödülü’nü başlattı. Ulusal ve uluslararası tıp kurultaylarında Behçet sempozyumları ve özel oturumları düzenlendi. 1983 yılında İstanbul Tıp Fakültesi onun ölüm günü olan 8 Mart tarihini “Behçet Günü” ilan ederek kutlamaya başladı. Aynı fakültede 1984 yılında Behçet Kliniği, 1985 yılında ise Behçet Araştırma ve Uygulama Merkezi kuruldu. 1986 yılında Tunus Hükümeti Hulusi Behçet adına posta pulu çıkardı. 1996 yılında Darphane 5000 adet Dr. Hulusi Behçet Hatıra Parası çıkardı. 1997 yılında TÜBİTAK ile Almanya Atatürkçü Düşünce Derneği tarafından “Behçet Hastalığı Araştırma Ödülü” verilmeye başlandı. Birçok dilde Behçet adına internet sayfaları açıldı.